KÜRESELLEŞEN DÜNYA ve ECZACI ÖRGÜTLÜLÜĞÜ*

*ADEOB’un Mart-Nisan 2011 sayısında yayımlanmıştır.

 

Küreselleşen Dünya ve Eczacı Örgütlülüğü

            Uzak bir yerin uzak bir padişahı bir gün camiye gider, namaz kılmaya. Fakat padişah ya…bir sürü koruması var etrafında. Ortalığı velveleye verirler. Bir kıyamet, gürültü arada bir iki fakiri de örselerler. Fakirlerden biri doğrulur yerinden “padişahım, senin camiye gelişin buysa…”

            Bu hikaye bana; ülkemdeki yönetici sınıfların ve küreselleşen dünyada uluslararası sistemin acımasızlaşan  hoyratlığını düşündürür.

            Uluslararası sistem (yani aslında Batı İttifakı) demokrasi ve özgürlük getireceğim diyerek sadece Irak’ta 2 milyona yakın insanın ölümüne neden oldu. Her gün Ortadoğu’ daki çatışmalarda yüzlerce insan ölüyor. Bahreyn’ de göstericilere ateş eden keskin nişancılar silahları ile birlikte yakalanıyor ve İsveç pasaportlu batılılar olduğu ortaya çıkıyor.(Hatırlayınız Bosna savaşında aynı sapık nişancılar, aynı insanlık suçunu işliyorlardı.)  İfadelerinde; biz Bahreyn’e avcı olarak domuz avlamaya geldik diyorlar utanmadan. Bölgemizde bir yandan insanlıktan nasibini almamış diktatörler, diğer yandan tarih sahnesine çıktıklarında temel kavramları olan “Humanity”’ i, yani insanlığı lügatinden çıkarmış batılılar el birliği ile halkın üzerine ateş açıyor.

            1916 yılında Fransa-İngiltere arasında imzalanan Sykes-Picot antlaşmasından bu yana batılıların  Ortadoğu üzerinde düzenlemelerinin ardında, bölgede oluşturulan yapay devletlerde iktidara taşınan diktatörlerin – şeyhlerin servetlerini batılı bankalara transfer etmek ve kaynaklara- petrole- konmak yatmaktadır. Amerika’nın yakın müttefiki olan, İran’la 8 yıl Amerika adına savaşan Saddam; Amerika’ dan izin alarak girdiği Kuveyt’ ten işgalci devlet konumunda bölgeye yapılacak büyük müdahalelerin gerekçesi konumuna düşürüldü. Nasıl olduğu hale belirsizliğini koruyan İkiz Kulelere saldırı sonucu batılı müttefikler Afganistan’ dan, Kuzey Afrika’ ya uzanan alana müdahale kararı aldı. Batının Ortadoğu’ da yaptıklarına çarpıcı bir örnek de İngiltere eski Ticaret Bakanı Baroness Symons’ tur. Bu bakan hanım; Irak işgali öncesi BP ve Shell gibi uluslararası şirketlerle pazarlıklar yaparak İngiltere ve Amerika’ nın birlikte Irak’ ı işgal etmesi ve petrolün kontrolü altına alınması ile ilgili görüşmeler yapmış, işgalden sonra bakanlıktan istifa ederek Irak’ taki yolsuzluk ve kara para aklama işlerinde rol oynayan uluslararası bir bankada danışmalık yapmaya başlamıştır. Sonrasında ise Kaddafi’ nin hizmetine girmek sureti ile Kaddafi ve Libya’ nın para işlerini yönlendirmiştir. Şimdi tüm bu paralar batılı ülkelerin kontrolündedir. Batılılar Libya’ daki iç savaşın devam etmesi için hala ellerinden geleni yapıyorlar. Şimdi batılılara sormak gerekiyor; “sizin özgürlük -demokrasi,insanlık- anlayışınız buysa…”

            Ülkemiz Yöneticilerinin Hoyratlığı ve Devletin Evrimi. Tarihsel sırayla; Selçuklu- Osmanlı- Cumhuriyet Dönemi devlet ve bürokrasinin anlayışı, toplumu yönetme tarzı bir ve aynıdır. Bin yıllık devletiz söylemi tamda bu nedenledir. Bu yönetim tarzı ise kendine has değil, Bizans’ ın devamıdır. Bizans tarihi; devletin yani merkezin mahalli yöneticileri (yerel derebeyleri) sürekli baskılama ve onları yok etme tarihidir. Nihayetinde Bizans, mahalli yöneticilerin, merkezin zayıflaması ile saldırıları sonucu Anadolu’ dan çekilmiş, zayıflamış ve nihayetinde de yok olmuştur. Türk Devleti bürokrasisi Bizans’dan esinlenerek bizi tarihsel olarak kapitalizme ve burjuava demokrasisine sıçratabilme potansiyeli taşıyan mahalli yöneticilere hayat hakkı tanımamıştır. Türk köylüsünün akıtılan teri ve kanı merkez güçlerle, yerel beyliklerin çatışması sonucudur. Bu çatışmalarda 36 padişahın 13’ü, 240 Vezir’in -Sadrazam- 144’ ü öldürülerek kendi nasiplerine düşeni almışlardır.  Günümüzde bile Türkiye ve Türk toplumu, devleti ve devletin ürettiği kaynakları ele geçirmeye çalışan sistem içi güçlerin kavga ve çatışmalarından  usanmış ve çaresizdir. Son çeyrek yüzyılda da kendi iç sorunlarını çözemeyen Türkiye’nin yeteri düzeyde hukuki ve altyapı değişikliği yapmadan yeni küresel sistemle hızla bağdaşmak ekonomiden- toplumsal yaşama kadar bir dizi ağır sorunlar yaratmakta, geleceğimizi de ipotek altına almaktadır. Devlet ve hükümetler iç ve dış sermaye  güçlerinin yeni taleplerini toplumsal korumayı sağlamadan yerine getirmektedirler.

            Devletin- Kamu Yönetiminin Yeni Evrimi. Türkiye dünyadaki gelişmelere, özelikle Washington Konsensüsüne paralel olarak 24 Ocak 1979 kararları ve 12 Eylül askeri darbesi ile uluslar arası sistemin talepleri sonucu ekonomik tercihlerini ve kamu yönetim anlayışını değiştirdi. Washington Konsensüsü; özelleştirme, liberalleştirme, kamu harcamalarının azalması, vergi reformu, ticaretin serbestleştirilmesi, mülkiyetin korunması,… kuralsızlaştırmayı öneriyordu.

            1980’ li yıllarda başlatılan ekonomik ve mali liberalizasyon ideolojik olarak devleti ele aldı. Devletin aşırı büyüklüğü, hantallığı ve piyasa ekonomisinin önünde engel oluşturduğu propagandası yapıldı. Kamuya ait tekellerinin kaldırılması ve özelleştirme politikaları gündeme geldi. 1990’lı yıllara geldiğimizde bu kez küçük devlet söyleminin düzenleyici devletle yer değiştirdiğini görüyoruz. Düzenleyici devletin neyi hedeflediğine bakarsak; düzenleyici devletin, 3 ana işleve tahammülünün olmadığını görüyoruz.

            Bunlardan birincisi; devletin ekonomik üretici olmasına tahammülü yok. Bunun aracı özelleştirme politikaları. İkincisi;devletin piyasa üzerindeki kısıtlayıcı kuralları koymasına tahammülü yok. Bunun aracı kamu tekellerini özelleştirmek. Üçüncüsü ise; devletin gelirinin yeniden bölüşümüne, tahammülü yok. Bu müdahale eğitim, sağlık gibi temel kamu hizmetlerinde devletin koruyucu rolünün yanı sıra gelirin transferini de içerir. Bunun amacı ise piyasa odaklı düzenlemelerdir Biz sağlık çalışanlarını doğrudan ilgilendiren ise bu üçüncü tahammülsüzlüktür.

            Genelde sosyal harcamalarda, özelde sağlık harcamalarında günümüz iktisat ve kamu yönetimi tercihinin geliştirdiği kavramaların biz sağlıkçılar tarafından kabulü pek mümkün görülmemektedir. Bu tercihler sonucu devlet sermayeye kaynak aktarmaktadır. Diğer taraftan sömürülen yer altı ve yer üstü kaynaklarının eşitsiz bölüşümü gizlenmektedir. Bu anlayış; sağlığı insan odaklı olmaktan çıkarıp, finans odaklı bir hale getirmektedir.

            Özel sağlık hizmetlerinin pahalı sunumu -tıbbi teknolojiye yatırımların artması-ilaç ar-ge’ lerinin genişlemesi- sağlık üreticilerinin önlenemez kâr hırsı sağlık maliyetlerini önceki dönemlere göre kat be kat arttırmıştır. Bu durum sermaye grupları arasında çatışmaya neden olmaktadır. Sağlık üreticileri sağlığa ayrılan payın arttırılmasını savunurken diğer gruplar buna şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Bu karmaşada tıptaki evrim; hasta ve hastalıkların tedavi biçimlerini de eleştiri konusu yapmaktadır. Tıptaki evrim dikkatini hastadan hastalığa çevirmiştir.

            Yukarıda yapılan tespitlerin ardından örgütlerimiz ve eczacı örgütlüğü ayrı bir anlam ifade etmektedir. Meslek örgütleri, kişisel çıkarları kollektif taleplere dönüştürme ve aktarma işlevi görmektedirler. Dolayısı ile eczacılar- eczacı odaları ve TEB, temsilcileri aracılığı ile güç ve yönetim otoritesini idari düzeyde kullanmakta uzmanlaşmış (Bürokrasi- SGK Bürokrasisi) bir yönetim aygıtına karşı; mesleki ekonomik, toplumsal demokratik taleplerini ileri sürme işlevini yerine getirmektedirler. Bürokratlar devletin dışında, iç ve dış büyük sermaye güçlerinin desteği ile bizleri (örgütlerimiz- eczacılarımız- hastalar) adeta canımızdan bezdirmekteler. Sağlığı piyasalaştırmanın sonucu, artan sağlık maliyetlerini karşılayamayan devlet; doktor-eczacı-hasta ile kedinin fare ile oynaması gibi oynamaktadır. Maliyetleri sağlık çalışanları ve hastalara yüklemektedirler.

            Gelecek ilgili şüphe-tartışmaların yoğunlaştığı ortamda; mesleğimize ve örgütlerimize yapılan saldırılar aslında çok planlı, örgütlü ve ideolojiktir. Böylesine kapsamlı bir saldırıyı eczacının tek başına  veya parçalanmış bir örgütlü yapı ile kaldırabilmesi - göğüsleyebilmesi- mümkün görülmemektedir. Hem toplumsal hem de mesleki dayanışmayı yükseltmekten başka çaremiz yoktur. Meslektaşlarımızın toplum ve örgüt odaklı davranmaları hayat kalmak adına önem taşımaktadır.

            Allahtan; bizi padişahın inancından, batının bize biçtiği özgürlük anlayışından, sağlık üreticilerinin hastalık sevdasından- Devlet ve Bürokrasinin toplum ve meslektaş sevgisinden korusun diliyorum. Saygılarımla.

Ecz. Ahmet Han ALPMAN

Başkan

 

 

    

 

 

 


27 Mayıs 2011     Okunma Sayısı : 4780     Yazdır