HANGİ TARAFIN TARAFTARISINIZ?

Hangi tarafın taraftarısınız?

 

Ülkemiz siyaseti, bütünüyle 12 Eylül tarihindeki referanduma kilitlenmiş durumda. Toplum nezdinde ise referandum oylamasının, anayasa gündemi ile yer aldığı söylenemez. Önümüzdeki oylama hepimizin bugününü ve geleceğini etkileyecek anayasa değişikliğinden ziyade, özellikle iki partinin birbiri ile mücadelesi olarak algılanıyor. Bu nedenle de çok önemsenmiyor, evet ya da hayır cevaplarından birinin kıskacında, yani basit ve çok dar bakılıyor.

 

Tüm toplumu önemli oranda etkileyen böylesi bir konuda, anayasanın ne kendisi ne de öngörülen değişiklikler çok fazla bilinmiyor. Anayasa bir ülkenin yönetim mantığını, ruhunu belirleyen, tüm kapıları açmayan ancak kapıların nasıl açılacağını ya da ne zaman kapanacağını ilkesel olarak belirleyen oldukça önemli bir metindir. Bir nevi toplumsal sözleşmenin cisimleşmiş halidir. Bu bağlamda yine bir 12 Eylül tarihinde hayatımıza girmiş olan darbe ürünü anayasanın, bugüne kadar bizlere nasıl bir hayat yaşattığı, nelerin feda edildiği birçok kişinin malumu. Artık 1982 Anayasası’ndan kurtulmak hem bu ülke insanları hem de bu ülkenin kendisine çizmiş olduğu uluslararası alandaki konumlanışı açısından bir gereklilik olarak ortada duruyor. Çünkü mevcut anayasa yarattığı ruh ile bu ülkede gerçek anlamda demokrasinin, insan haklarının, bireysel ve örgütsel özgürlüklerin önündeki en temel engellerden bir tanesi. Hem hukuki, hem toplumsal, hem de siyasi açılardan.

 

Tüm partilerin mevcut anayasanın çağdaş ihtiyaçlara göre yenilenmesi konusunda -hissetmeseler de- önemli sorumlulukları var.  Siyasetin beslenmesi, varlığı, etkinliği ancak demokrasi ile sağlanabilir. Darbelerin, siyaset dışı “derin” gizli ilişkilerin egemen olduğu ya da toplum tarafından böylesi ilişkilerin egemenliğine dair ortak inancın olduğu bir iklimde, siyaset ancak “kukla” olabilir. Halk oylamasında % 90 oy almış 12 Eylül anlayışının ölüme mahkûm ettiği gençleri göz önüne aldığınızda, adaletin nasıl paspas edilmiş olduğu görülebilir. Aynı şekilde sözde devlet koruyucularının, kin ve kan üzerinden toplumu nasıl yönettikleri unutulmamalıdır.

 

12 Eylül mantığının tüm kalıntıları ile birlikte ülkemizden atılması her yönüyle şiddetli bir ihtiyaç halindedir. Çağdaşlık ve demokrasiyi özünde hisseden her kesimin de bu noktada buluşması gerekir. Ancak bugünkü anayasa, toplumsal konsensüse dayandırılmış, sözde değil özde yatan ihtiyaçlara cevap veren, referandum gibi önemli bir aracı devreye sokmuşken bu araca hakkını verecek düzeyde toplumu rahatlatacak değişiklikler öngören bir anayasa olmaktan çok uzaktır. Bugün anayasa değişikliği oylamasının, toplumun bir partiye güvenini ya da güvensizliğini tespit etme gibi basit bir amaca yönelmiş olması, hepimiz açısından büyük bir talihsizliktir.

 

Eczacı örgütlerimiz kurumsal olarak “günlük” politikalardan uzak durmaya çalışıyor. 12 Eylül referandumuna ilişkin elbette kişisel tercihlerimiz olacak. Ancak bu oylama toplumun tüm kesimlerini ilgilendiren bir noktada olmasına rağmen, taraflık tartışması içinde boğulmuş durumda. Futbol takımı tutar gibi, benzer bir fanatiklikle yapılan propagandalar neticesinde tüm toplum için olumlu bir sonucun çıkması mümkün görünmüyor. İster ‘evet çiler’ ister ‘hayırcılar’ galip gelsin, sonuç olarak kaybeden daha sağlıklı bir anayasal sistemde yaşamayı hak eden toplum, yani bizler olacağız.

 

Son günlerde terör olaylarında, açıklanamayan, soru işaretleri ile dolu bir dizi gelişme yaşanıyor. Açıkçası her okuduğumuz haber karşısında düşünce karmaşasına kapılıyoruz. Terör elbette insanlığın kendine yaptığı en büyük düşmanlıktır. Mayınlı arazilerin artışı ve gelecek nesillerin hayatının tehdit edilmesi, masum insanların katledilmesi bir yana işin karanlık yönlerine de isyan ediyoruz. Bu karamsar tablo içerisinde işin en can yakan yanı, ölümün kendisinin sıradanlaşmasıdır. Bir nevi ölümün istatistikî bir olguya dönüşmesi. Artık gencecik insanlarımızın ölümüne bir sayısal değer olarak bakıyoruz. Ölümü normalleştiriyoruz. Bu insanlık dışı bilinç durumundan kurtulmak için ‘ama’sız ve ‘lakin’siz barışta, barış dilinde ısrarcı olmalıyız.

 

Hükümetin meslek örgütümüze bakışındaki demokrasi anlayışı.

 

Hükümetin özgürlük ve demokrasi propagandaları içinde mitingler gerçekleştirirken, meslek örgütlerimize ilişkin tavırları samimiyetlerini sorgulamamıza neden oluyor. SGK’nın sözleşme imzalamak için sözleşme metinlerinin ücretsiz olması şartını öne sürmesi, ciddi bir müdahale ve baskıcı bir tutumdur. Açıklamalarının hiçbir masumene yanı yoktur. Bu, açıkça meslek örgütümüzü güçsüzleştirme çabasıdır.

 

Meslek odaları içerisinde en düşük gelirlerden birine sahip olan örgütün, kendi üyeleri arasındaki ilişkilerini hükümet yetkilileri belirleyemez. Bir tahammülsüzlük örneği olan bu müdahale bir boyutuyla “haddinizi bildireceğiz” yaklaşımının ürünüdür. Herkes kendi görev ve yetkileri çerçevesinde bu ülkeye hizmet vermektedir. Anayasanın sivilleşmesini savunanlar, baskıcı devlet mantığını nasıl izah edebilirler. Meslek birliğimizin görev ve yetkileri yasalarla belirlenmiştir. Kamu hizmeti yanımızın güçlendirilmesi gerekirken, sivil inisiyatifin daha çok görev alması gerekirken bu tavır olsa olsa demokrasinin sindirilmemesidir.

 

Ülkemiz gelişiyor, daha çağdaş daha doğru yönetimlere ihtiyacı var. Şark siyasetinin yerini üretim ve hizmet ağırlıklı, insanı önceleyen yönetimler almalıdır. Ülkemiz elbette her zaman bu topraklarda yaşayanlar tarafından yönetilecek. O zaman birbirini düşman görmeyen bir anlayış içerisinde barışçıl siyasetin egemen olduğu, darbelerden, kendini bu ülkenin sahibi zanneden güçlerden uzak, kendi evlatlarına kıymayan anlayışların egemen olması dileklerimle.

 

Ecz. Burhanettin BULUT

              Başkan


09 Ağustos 2010     Okunma Sayısı : 3790     Yazdır