KONGRE AÇILIŞ KONUŞMASI

Değerli Misafirler, Değerli Meslektaşlarım hepiniz hoşgeldiniz.

Değişimlerin, dönüşümlerin, yeniliklerin yaşandığı süreçlerde aynı amacı taşıyanlar, ortak özellikleri bulunanlar daha çok bir araya gelmeli, kendi geleceklerine ait kararları ortak akıl ile almalıdır. Bu anlamda kongremizin, sadece bugün yaşadığımız sorunlara değil, daha çok yarına ilişkin sorulara yanıt vermesini diliyorum. Hepinize kongremize katıldığınız için teşekkür ediyorum.

Dünya yeni bir dönemde. Bilinen kavramlar, eski tanımlar artık geçerli değil. Bilişim ve küreselleşme; üretim metodundan tüketim alışkanlığına kadar alışılageldik tüm yöntemleri değiştirmeye devam ediyor. Yeni küresel ekonomi, hızlı iletişim ve teknoloji, toplum yapılarını derinden etkilerken, küresel güçlerin egemenlik yarışını da insanlık adına trajik hale getirmiştir.

Küresel güçler, çevre ülkelere sadece askeri olarak değil, aynı zamanda ulus devlet, toplumsal yapı, rejim, kamu yönetimi, sınırların yeniden belirlenmesi gibi tüm alanlarda baskı ve basınçlarını arttırmaktadır.

11 Eylül sonrası gelişen “önce güvenlik” anlayışının nasıl bir aldatma olduğu, gücü elinde bulundurmaya yönelik, enerji kaynakları adına yapıldığı bugün çok daha net ortaya çıkmıştır. İşgalleri masum hale getirmeye çalışan ABD politikasına en güzel cevabı, eski Alaska Senatörü MİKE GRAVEL bir gazete haberinde tüm açılığı ile ele veriyor.

“Bush yalancı. Emperyalist planını uygulamak için aslı astarı olmayan gerekçeler uyduruyor. Sebepsiz yere bu ülkeyi işgal ettik. Bir milyon Iraklıyı öldürdük. 3 milyon kişi zoraki göçmen oldu. Atalarımız çiğ et yerken Irak'ta uygarlık vardı. Biz hala kibirle beslenmiş emperyalist bir politika sürdürüyoruz. Pakistan ve Afganistan'a politika dikte ediyoruz. Bize karşı direnişe geçenlere terörist damgası vuruyoruz. Irak halkına silahlarımızı çevirip demokrasi getirmek istiyoruz.”

Ortadoğu’da yaşananlardan bir insan olarak etkilenmemek mümkün değil. Dengesiz kuvvetler savaşında; masum, savunmasız, çoluk çocuk demeden katliamlar yapılıyor. Kendisine “dünya jandarması” rolünü biçmiş olan ABD, tüm dünya ile dalga geçer gibi “demokrasi getirmek” ten bahsediyor.

Artan küresel terör, her yerde patlayan bombalar kimsenin bir cam fanusta korunamayacağını da göstermektedir. Bilim kurgu filmlerini aratmayan, medeniyetler çatışması teorilerini çağrıştıran, uygarlığı iki topluma doğru yönlendirenlere, ötekiler kavramını yerleştirenlere, dünyayı bu tehlikeli yolculuğa çıkartanlara dur denilmelidir.

Yeni bir dönemin ve kavram karmaşalarının yaşandığı, insani değerlerin yok sayıldığı dünyadan ülkemizin etkilenmemesi doğal olarak mümkün değil.

Ancak Türkiye’nin kendine has iç dinamikleri, her zaman dış etkilerden daha fazla etkin olmuştur.

Üzerinde yaşadığımız Anadolu 500 yıldır kendi içinde bir çatışma yaşıyor. Bu kavga da Padişahlar (36- 13), sadrazamlar öldürülmüştür. Cumhuriyet döneminde milletvekili, bakan hatta vatana ihanetten ülkenin başbakanı asılmıştır. Gencecik delikanlılar, gazeteciler asılmıştır, vurulmuştur.

Bugün de ülkemiz, kendisi için çok önemli ve ciddi sonuçlar doğurma potansiyeli taşıyan bir süreçten geçiyor. Ve bu süreçte siyaset, ülke sorunlarını görmezden gelerek geçmişten, yaşanmışlardan hiç ders almamış gibi bir görüntü içerisinde davranıyor. Olması gereken, Türkiye’nin yaşadığı değişimler sonucu giderek karmaşık bir topluma dönüşen yapısının, siyaset ve kurumlar tarafından yönetilebilmesidir.

Bu nedenle karmaşıklaşan toplumun yapısını kavrayan ve yöneten, dolaysı ile modernleşme, demokratikleşme, küreselleşme, Avrupalılaşma süreçlerine iyi hazırlayan, yeni ve çok katmanlı siyaset anlayışının ve devlet yapılanmasının zorunluluğu ortaya çıkıyor.

Böylesi bir tabloya rağmen siyasetin, yandaşlarına rant dağıtma mekanizması olma niteliğini sürdürmesi, geleceğe ilişkin umutlarımızı açıkçası azaltıyor.

Bugün yaşanan sorun ve durumun temel nedenlerinden birisi de toplumu yönetebilme potansiyeline sahip, hızla değişen dünya içinde hızla dönüşen Türkiye’nin iyi yönetim gerekliliğine yanıt verecek siyasi aktörlerin eksikliğidir. O nedenle değişen ve karmaşıklaşan toplumsal yapıyı anlamada, yanıt vermede siyasi alan ve kurumlar zorlanmaktadır.

Ülkemizde çözmemiz gereken ekonomik, sosyal birçok sorunlarımız var. İşsizlik, eğitim, adalet, sağlık, güvenlik, demokrasi. Tüm sorunların çözümünde ilk adım karşılıklı birbirine yakınlaşma, birbirini anlama, empati ve hoşgörüdür. Ve daha da önemlisi hep birlikte doğru tartışma zemini oluşturmamızdır.

Kültürel yaşam alanında, dinsel, cinsel, etnik, farklı kültürel kimliklere sahip olanlara karşı ötekileştirmeyi andıran anlayışla yaklaşılması, AB tartışmalarında yaşandığı gibi olayları siyah beyaz zeminden çıkarıp başka renklerinde olduğu gerçeği ile tartışılmaması doğru bir yaklaşım değildir. Bugün de aynı tartışma şekli, tek taraflı bakış, tümden ret veya tümden kabul mantığı yeni anayasa tartışmasında görülmektedir.

Tartışılmasız Türkiye’de toplumu ve kurumlarını, demokratik ve özgürlükçü anlamı ile kucaklayan yeni bir anayasaya şiddetle ihtiyaç var.

En fazla anayasasını değiştiren ve yeni anayasa yapan ülkelerden biriyiz. İngiltere 1215 yılında anayasasını imzalanmıştır. Latince anlamı “büyük özgürlükler sözleşmesi” olan üstelik yazılı olmayan Magna Carta adıyla düzenlenmiş bu anayasa ile hala İngiltere yönetiliyor.

Bizim bu kadar çok anayasa yapmamızın nedeni toplumun tüm kesimlerini kucaklayamamış olmamızdır. Bugün tartışılan anayasa, salt sivil olması nedeni ile değil, birbirimize muhtaç olduğumuz bilinci ile ve tüm kesimlerle birlikte ve herkesi muhatap alarak hazırlandığı taktirde, ancak kapsayıcı, özgürlükçü ve demokratik olabilir.

 

Mesleğimiz son 3 yılda büyük farklılaşmalar yaşadı.

İlaçla ilintili tüm alanlarda yapılan müdahaleler, eczacılıkta yapısal değişikliğe neden olmuştur.

Yeni ilaç fiyat kararnamesi, patent yasası, referans fiyat, kamu fiyatı, yeni eşdeğer ilaç tanımı gibi yeni uygulamalar, ilacın ekonomisi baştan aşağıya değişmiştir.

Yerli ilaç sanayi tümüyle fason üretime doğru gitmektedir. Son yıllarda Eşdeğer ilaçtaki önemli ve olumlu politikalara rağmen, yerli sanayi kendi alanında gelişme anlayışından ziyade, şirketlerini satarak kolaycılığı seçmektedir. Yerli ilaç Sanayimiz küresel rekabet koşullarını zorlamak niyetine dahi girmemiştir. Yerli İlaç sanayi ne yazık ki artık bir elin parmakları kadar kalmıştır.

Sektörümüzün diğer aktörü dağıtım kanalları, en erken yeni döneme ayak uyduran grup olmuştur.

En önemli anlayış ve şekil değişikliği satın alıcıda yani sosyal güvenlik kurumunda olmuştur. Kendisi değişirken tüm sektörel alana da müdahale etmiştir. İlaca ilişkin tüm veriler kayıt altındadır. O nedenle SGK yeni yapılanması sayesinde ve sektörel veriler ışığında hareket kabiliyetini çok genişletmiştir. Ancak buna rağmen son 2 yılda uygulamaya koyduğu kararlarda sağlık alanında sıkıntılar yaratmıştır. Tek yanlı uygulamalar hem vatandaşı hem de eczacıyı sıkıntıya sokmaktadır.

SGK bugün üç büyük sigortalı grubunu tek çatıda toplamıştır. Gelecek yıl Maliye Bakanlığına bağlı kurumları ve yeşil kartı da bünyesine alacaktır. Yıllardır sosyal güvenlik kurumlarının tek çatıda olması gerektiğini savuna geldik. Bugün de bunun doğru olduğunu söylüyoruz. Ancak SGK tüm sorunlarını eczacının üzerine yıkarak, her geçiş döneminde bir fedakârlık veya taviz isteyerek devam edemez.

Bugün katılım payları maaştan kesilmektedir, ancak bizler ne kadar kesinti yapılmaktadır ve ne kadar alacağımız var bilgisine sahip değiliz.

Muayene ücretlerinin hastaneler yerine eczanelere ödenmesinin hiçbir mantığı ve hukuki bir yanı yoktur.

Reçete kontrol sorununun örnekleme yöntemi ile dahi çözülebilmesi mümkün görünmemektedir. Reçete kontrollerindeki gecikme yükünü de biz eczacılar çekiyor.

Her sözleşme zamanı yeniden ıskonto talepleri ve sözleşme yenileme stresini yaşamak istemiyoruz.

Ayrıca bu kadar özveriye rağmen hala eczanelere geri ödeme zamanında yapılmamaktadır.

Burada yatan asıl olgu, sağlık alanında hizmet verenlerin kamusal hizmet verdikleri bilincini eksikte tutmasıdır. Eğer bu alanlar eğitim gibi, adalet ve güvenlik gibi kamu alanı ve vatandaş imtiyazının olduğu alanlar olarak görülür, sosyal devlet bilinci ile hareket edilirse sorunları aşmamız daha kolay olacaktır.

Hastanın ilaca ulaşımı engellenerek tasarruf yapılamaz, eczacının hak ettiği bedeli geciktirerek fayda sağlanamaz. Bu alanda mutlak bir standart getirilmelidir. Akşamdan sabaha değişen genelgeler ve ben yaptım oldu mantığı ile bu işler yürütülemez.

Yine aynı mantık iki yeni uygulamayı da 15 Ekimde yürürlüğe sokacak. “Günübirlik ilaç” adı altında hiçbir bilimsel izahı olmayan tanımla bir kısım ilaçların tekrar hastane eczaneleri tarafından verilmesi planlanmaktadır.

İkincisi de yatan hasta reçeteleri artık 15 Ekimden sonra serbest eczaneden temin edilemeyecektir. Yatan hasta reçetelerinin, özelliği itibari ile hastane eczanelerinden verilmesi daha akılcıdır. Ancak hastaneler bugün bu reçetelerin tümünü karşılayacak ekip, ekonomi ve organizasyona sahip değildir. Zaten mevcut uygulama yatan hasta reçetelerinin hastaneden karşılanmasını gerektiriyor. Şayet ilaç hastane eczanesinde yok ise dışarıya sevk ediyor. Böylesi keskin bir karardan hayati öneme haiz ilaçlara ulaşılamadığında, daha önceki örneklerinde olduğu gibi iş basına yansıdığında mı geriye dönülecektir. Yatan hasta reçeteleri Adana örneğinde olduğu gibi eczacı odası bürolarından karşılanmaya devam edilmelidir.

Sosyal Güvenlik Kurumları birleşti, Genel Sağlık Sigortası, Aile Hekimliği gibi uygulamalar yakında tamamlanacak.

Tüm bu gelişmeler kaynakların rasyonel kullanımının sağlanması, denetimin oluşması ve sağlık alanının daha geniş kitlelere açılması açısından olumlu görüntüler. Ancak uygulamada ve uzun vadede nasıl bir yöntem izleneceğine ilişkin belisizlikler ve endişeler devam etmektedir. Hekim hakları, sevk zinciri, prim bedeli, özel sağlık kuruluşlarına devri, yerel yönetimlere devri, devlet hastanelerine kaynak aktarılmaması, katılım bedeli, sağlığın piyasanın koşullarına göre şekillendirilmesi gibi kaygılar taşıyoruz.

Sağlık; çağdaş, içi dolu, özde sosyal devlet anlayışından piyasacı anlayışa kaydırılırsa bunun bedelini hepimiz öderiz. Bu yöntemi tercih eden hükümetler yerinde kalamamıştır. Bu yöntemi tercih eden ülkeler yıllarca bozulan sistemlerini düzeltememiştir.

Bugün Türkiye’de tüm sözlere, yazılan çizilene rağmen ilaca ve sağlığa ödenen bedel, gelişmiş ülkelerin çok gerisindedir. Kamu denetiminden çıkartılmadan disipline edilmiş, Herkese eşit ulaşılabilir sağlık ulusal politikamız olmalıdır.

Çünkü tüm dünyada sağlık ve ilaç yüksek pazarı nedeni ile sermaye gruplarının hep ilgisinde olmuştur. Son Lida örneğinde olduğu gibi sermayeye boş alan bırakıldığında ne bilim ne sağlık ne de insan bir değer taşımamaktadır.

Tarım bakanlığı ruhsatlı Lida’nın içindeki Sıbutramin adlı etken madde, Sağlık Bakanlığı ruhsatlı ilaçtaki aynı etken maddeden 3,5 kat daha fazladır.

Siz eğer Sağlık Bakanlığının denetiminde olması gereken ürünleri Tarım Bakanlığı’na verirseniz, maalesef ölüm vakaları da yaşanır. Ciddi oranda ülke kaynaklarını ne olduğu, hangi koşullarda, nerede üretildiği, neye iyi geldiği belli olmayan ürünlere harcarsınız. Halk sağlığını tehlikeye atarsınız. İşte sağlığın piyasaya devrinde yaşanacakta budur.

Unutulmaması gereken, sağlık alınıp satılan bir meta değildir. Hele hele bireyin kendi başına kararını vereceği bir alan hiç değildir. Sağlık sağlıkçı kontrolünde sunulur.

SSK ile 33 milyon, yeşil kart ile 12 milyon vatandaş eczanelerimizden hizmet almaya başlamıştır. Eczane pazarı genel sağlık sigortası ile tüm vatandaşlarımızı kapsar hale gelecektir. Bu da eczacılık alanına olan ilgiyi daha çok arttırmaktadır.

Bir yanda OTC hazırlıkları bir yanda da Tarım Bakanlığı ruhsatı ile sürekli ne olduğu belli olmayan yüzlerce yeni ürün piyasaya sürülüyor.

Dün, bugün olduğu gibi yarında sistemsel bir müdahale ile karşı karşıya kalacağız. Topluma karşı olan duyarlılığımız ve sağlık alanındaki yerimiz nedeni ile piyasacı zihniyete karşı mücadelemiz devam edecektir.

Hepimiz içinde bulunduğumuz süreci ve öneminin farkındayız. Bu nedenledir ki gelecekle ilgili kaygı duyuyoruz. Ancak bu endişemiz umutsuzluk noktasında hiçbir zaman olmayacaktır.

Daha sağlıklı yaşamı hak eden halkımıza hizmet etmeye devam edeceğiz. Koruyucu sağlık hizmetlerinde, rasyonel ilaç kullanımında, sağlık danışmanı kimliğimiz ile eczacı vazgeçilmezdir.

 

Adana Eczacı Odası 51 yıllık geçmişi olan köklü bir oda

Eczacılık hareketlerinde her zaman en önde yer almış, örnek gösterilen, geleneği olan ve her zaman sivil toplum örgütü olmanın, meslek birliği olmanın bilinci ile hareket etmiş bir odadır.

Ülke sorunlarına duyarlı, önce ülkem diyebilen, önyargılardan uzak, toplumun tüm kesimleri ile ilişki kuran ve tüm üyelerini kucaklayan bir odadır.

Ayrıca Eczacı meslektaşlarımıza mekân yaratmakla kalmamış, kuruluşunun 50. Yıl anısına Adana’mıza bir Anaokulu yaptırmaktadır. Küçükte olsa ülkenin geleceğine, yani eğitimine katkı sağlamak onurlu bir davranıştır.

Adana Eczacı Odası Anaokulu bittiğinde, çocuklarımız bu okulda eğitim görmeye başladığında hepimiz gurur duyacağız. Birey olarak, oda olarak ülkenin gelişmesine katkı sağlayalım ki hep birlikte gelişelim. Bir meslek kuruluşu, bir meslek halk içinde kabul görürse ancak vazgeçilmez olur.

Bugüne kadar Adana Eczacı Odası projelerini hep hayata geçirmesini bilmiştir. Bugün bir başka projemiz daha hayata geçti. Odamız delegesi eski oda başkanımız TEB merkez heyeti başkanı oldu.

Sorunların ve çözümlerinin merkezileştiği böyle bir dönemde yine sorumluluk almaktan kaçınmadık. Şimdi Adana eczacılarının sorumluluğu çok daha fazla.

Adana Eczacı Odasının geleneği, ülkeye bakışı, sorumluluğu bundan sonra da hep aynı anlayışla devam edecek. Aldığımız örgüt kültürü gereği mesleki dayanışmaya, genç meslektaşlarımıza önem veriyoruz. Sizlere mesleğimiz adına vermiş olduğunuz katkı ve destek için çok teşekkür ediyorum.

Hiçbir zaman TEB’ne, Meslek Odalarımıza, Ecza Kooperatiflerimize olan desteğinizi esirgemeyin. Unutmayın ki en az eczaneniz kadar örgütlerimizin de size ihtiyacı var.

Hepinize saygılar sunuyorum.

 

Ecz. Burhanettin BULUT

Başkan.


27 Eylül 2007     Okunma Sayısı : 5829     Yazdır