Değerli Meslektaşlarım
Değerli Basın Emekçileri,
Değerli Misafirler,
Hepiniz hoş geldiniz.
Kongreler mesleğimizin içinde bulunduğu durumu, bu durumun bireysel ve toplumsal etkilerini irdelememize, ayrıca dünyada ve ülkemizde yaşananlara ilişkin fikirlerimizi paylaşmamıza olanak sağlıyor. Özellikle mesleğimiz açısından, bu zorlu dönemde kongremizin sorunlarımızın çözümüne katkı yapmasını umuyor, katılımınızdan dolayı hepinize teşekkür ediyorum.
Meslek örgütlerimiz mesleğimizin gelişmesi için hizmet üretirler. Gerek ekonomik gerekse mesleki gelişim için yapılan çalışmaların yanında, meslek örgütlerimizin en temel işlevlerinden biri de, birer sivil toplum örgütü olarak hükümetlere yönelik baskı görevini yerine getirmektir.
Bu anlamda sivil toplum örgütleri ülke demokrasisinin vazgeçilmez olgularındandır. Sivil toplum kuruluşlarının demokratik yöntemler kullanarak hükümetlere baskı görevi yapması, yönetim erkine katılması ve siyasette etkin olması, toplumsal gelişmeye katkı sağlar. Tabi bu gelişmede ülke yöneticilerin sivil toplum örgütlerine bakışı da çok önemlidir. Siyasi erk, meslek örgütlerini, sivil toplum örgütlerini kendilerine rakip görmemelidir. Aksine; eleştirilerden faydalanmalı, sinerji yaratmalıdır. Her meslek örgütünün kendi sorumluluğu olan konularda etkin olması, ortak çalışma yapılması, gelişmişlik kriterlerinden biridir.
Ancak bugün ülkemizde -anlamsız bir- kurumlar arası rekabet, her alanda kendini hissettirmektedir. Demokrasi kültürümüzün eksikliğinin yarattığı bu çatışma, ayrışmaya hizmet etmektedir. Unutmayalım ki, ülkemiz kültürü ve tarihi ile, bu tür girişimlerin esiri olmayacağını defalarca ispatlamış olgunluktadır. Ancak burada temel problem; daha hızlı gelişmenin önüne konulan engellerin, hiçbir zaman eksik olmaması ve kendini sürekli yenilemesidir.
Ülkemizde yapılan siyaset sorunları çözmeye yetmiyor. Ekonomik, siyasi ve toplumsal olarak her alanda sorunlarla boğuşuyoruz. Taraf ve karşı-taraf mantığı dışında politika üretememe, çözümsüzlüğe yol açmaktadır. Biz bertaraf değiliz, ama kendi tarafımızı yaratmak, yaşatmak, büyütmek için uğraş vermekteyiz.
Hepimiz değişiyoruz. İçten içe yaşadığımız bu değişimi hissetmek de zor değil. Fakat ülkemizin tek değişmeyeni ne yazık ki siyasetçilerin davranış modelleri, siyaset yapma anlayışları...
Ama toplum farklı bir siyaset anlayışı beklentisi içinde. Neyse ki bütün kışkırtmalara karşın sağduyusunu da kaybetmiş değil. Çözümün yegâne yolu da bu; toplumsal hoşgörüyü kaybetmemek. Tabi ki toplumsal ayrışma sorunu kadar ülkemizin insan hakları, özgürlük, demokrasi, iş, aş sorunları var. Bunların çözümü için siyasetin kalitesini, ayrıştırıcı değil, bütünleştirici anlayışları yükseltmemiz, bu anlayışları çoğaltmamız gerekiyor.
Dünyada çağdaş düşünce modelleri üstüne evrensel fikirler tartışılıyor. Siyaset haricinde bilinen başka bir demokratik yöntem yok. Demokrasi gibi temel tanımlamalar küresel kabul kriterleri içerisinde birbirine yakınlaşıyor. Zira “bize göre demokrasi” olmaz, artık bizim yasalarımız için de demokrasinin bağlayıcılığı olan evrensel normlar olmalı. Burada esas olan şu; bizler demokrasiyi hissetmek için farkları ortadan kaldırmalıyız. Her şeyden önce toplumun korkusuz, âmâsız ve fakatsız bir demokrasiye ihtiyacı var. Demokrasiyi “korkusuz yaşamak” için, onu hissederek istemeliyiz. Ülkemizde yaşadıklarımız yalnız aklımıza kazınmaz, duygulara, hislere de işler. Sevgi, anlayış, hoşgörü, adalet, merhamet gibi duygular eksik olduğunda hissiyatı da bitirir. Açıkçası tüm sorunlarımızı aşmak adına toplum olarak demokrasiye sahip çıkma refleksini, yani hissiyatımızı ve inancımızı güçlü tutmamız gerekiyor.
Tabi yine burada da tüm bunları aşacak olan da siyasetin kendisidir. Siyaset, farklı anlayışlar arasında eşitliği savunmaktır. Bu farklı anlayışlar tartışıldıkça gelişmenin de önünü açacaktır. Kapalı, gizli, halkı yok sayan, halkın sağduyusuna itibar etmeyen anlayışlar ancak çağdaş siyasetin etkinliği ile aşılabilir.
Değerli Meslektaşlarım
Mesleğimizin son yıllarına baktığımızda hükümet üzerine baskı görevi yapmak bir yana, varlık mücadelesi dışında bir hak aramaya giremediğimiz görülecektir.
Bir yanda ekonomik dayatmalar diğer yanda yasa ve mevzuat zorlamaları. Geçmiş iki yılda eczacıya karşı yapılanın tek tarifi var. Dayatma uygulamaları.
Her zaman olduğu gibi alışık olduğumuz üzere yine bir bayram arifesinde İlaç Fiyat Kararnamesinde değişiklik yapıldığı resmi gazete tarafından duyuruldu.
Jenerik ilaçlarda %80 olan referans fiyat tabanı %60'a indirildi. %60 referans fiyat uygulamasının yürürlük tarihi ise tüm jeneriklerde 45 gün sonra, 20 yıldan eski ve PSF'si 10 TL'nin üzerinde ilaçlarda ise 30 Nisan 2010.
Değiştirilen Sağlık Uygulama Tebliği ile birlikte serbest eczanelerin kamu kurum ıskonto yükü %24'e çıkarılıyor.
%60'lık referans fiyat uygulaması ilaç fiyatlarında %15'lik bir düşüşe yol açacak. Bu uygulama ciddi oranda bedelsiz kamulaştırma anlamına geliyor. Tabi eczacılara çıkartılan fatura bununla da sınırlı değil.
SUT'ta yapılan bir diğer değişiklik ile muayene ücretlerinin bir bölüm yükü de yine eczacılara ihale ediliyor.
Yani, muayene ücretleri tekrar eczanelere yüklendi. Birinci basamak sağlık kuruluşları ve aile hekimlerinde 2 TL, eczaneden tahsil edilecek.
İkinci ve üçüncü basamak sağlık kuruluşlarında 8 TL’ olan 3TL'lik tutarı
Özel sağlık kuruluşlarında ise 15 TL muayene ücretinin 3 TL'lik tutar ise yine muayeneye ilişkin reçete ile eczanelere müracaat aşamasında eczaneden tahsil edilecek.
Tüm bu değişiklikler, eczane ekonomisi açısından da önemli bir küçülmeye işaret ettiği gibi, yine eczane içindeki bürokrasiyi artıracak. Son yıllarda yapılan tüm düzenlemeler gibi ilaç harcamalarının yükü yine eczacılar ve hastalar arasında paylaştırılıyor.
Sevgili meslektaşlarım,
2009 yılında İlaç Pazarı yüzde 20 büyüdü. Hükümet tüm kesimlerde küçülme var iken ilaçta büyümenin hesabını bizden ve hastalardan sormaya çalışıyor. Biz mi büyüttük bu pazarı? Bunun için eczanelerin daha çok büyümesi gerekirdi. Büyüdü mü? Hayır, büyümedi. Eczaneler büyümüyor. Çokuluslu ilaç şirketleri büyüyor. Peki, bu büyümenin bedelini kim ödüyor? Bu büyüme, büyümede hiç suçu olmayan eczaneye ve hastaya fatura ediliyor. Nüfusa dayalı faktörler ve talep artışı gibi olağan büyüme dışında, pazarın büyümesinin nedeni akılcı ilaç kullanımının olmaması, eşdeğer ilaç politikalarının doğru uygulanmaması, ilaç şirketlerinin promosyon faaliyetlerinin denetlenememesi, Türkiye’nin hastalık temelli tedavi kılavuzları olmaması asıl büyüme sebebidir.
İlaç fiyatlarındaki bu kadar radikal bir düşüş, eczane ekonomisine çok ciddi bir biçimde yansıyacaktır. Bu küçülme, pek çok eczanemiz için kapatma tehlikesi anlamına gelmektedir. Hastalar için de sağlık hizmetlerinin erişimi son derece zorlaştıracaktır. Bizler, ilaç fiyatlarındaki düşüşe karşı değiliz, ama deyim yerindeyse, fakirin cebinden alıp zengine vereceğinize, zenginin cebinden alın diyoruz. Zenginin daha da zenginleştiği, fakirin daha da fakirleştiği bir Türkiye, istediğimiz ülke hayali değil.
Ülkemizde derinden etkileyen bir ekonomik krizin olduğu gerçeğini inkâr etmek mümkün değil... Son 8 ayın verileri bunu açıkça ortaya koyuyor. 2009 yılı sonu bütçe açığının 63 milyar TL olacağı ifade ediliyor. Ülkenin en temel sorunlarından biri olan işsizlik, küresel krizle birlikte yüzde 15'ler sınırına dayanmış durumda. Daha da önemlisi 2009 yılında ekonominin yüzde 6 küçülecek olmasıdır. “Teğet geçti, teğet geçiyor” denilen krizin Türkiye ekonomisinde ortaya çıkardığı tablo özetle budur.
Özellikle birinci evresi tamamlanmış olan sağlıkta dönüşümün, ikinci evresine geçiliyor olması ve bunun yanında küresel kriz ile, doğaldır ki ilaç ve sağlık alanına dönük de bir fatura çıkartılacak. Bu anlamda "Orta Vadeli Mali Program" bir yanı ile ilaç ve sağlık alanında bir indirim amaçlanıyor. Bu faturanın bir bölümü ise biz eczacılara kesiliyor.
Eczacılar olarak bizlerin bu faturayı kabul etmesi mümkün değildir. Eczanelerde tam bir yıkıma yol açacak bu faturaya karşı örgütlü gücümüzü harekete geçireceğimizden hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
İlaç fiyatlarının düşürülmesi ve halkın ilaca kolayca ulaşması yıllarca savuna geldiğimiz bir politikadır. Temel amacı toplum sağlığını korumak olan bizler, bu politikaları savunmaya da devam edeceğiz. Hep söylüyoruz, Türkiye’de temel bir ilaç politikası oluşturulmalıdır. Bu alanda bu kadar yap-boz uygulamaları doğru değil. Bilimsel eşdeğer ilaç ve rasyonel ilaç kullanımı desteklenmelidir. Yaşlanan toplum, büyüyen SGK, artan hekime gitme sıklığı ile sarfiyatın artması doğaldır. Koruyucu sağlık hizmetleri ve bilimsel yöntemlerle engellenmesi gereken bütçenin bu yöntemle aşağı çekilmesi de mümkün değildir.
Son uygulama ile kamunun ilaca yapacağı harcama azalmayacağı gibi, bu uygulamanın halka yeni yükler getireceği açıktır. İnanıyorum ki bu uygulamadan da kısa bir süre sonra vazgeçilecek ya da yine yeni bir yöntem aranacaktır. Yoksa kamu vatandaşına ne halin varsa gör demiş olur ki, bu hem Anayasa’ya, hem de bizlerin savuna geldiği sosyal devlet anlayışına aykırıdır. Devlet, yurttaşının sağlık hakkının gerçekleşmesini sağlamakla yükümlüdür. Daha tüm yurttaşlara ücretsiz sağlık hizmeti vaadinin mürekkebi kurumadan, birinci basamak sağlık hizmetlerinin bile ücretli hale getirilmesi, üstelik bu ücretin eczaneler aracılığıyla alınması, kabul edebileceğimiz bir yaklaşım değildir. Bizler, sağlık emekçisi olarak, sağlığın ve ilacın önündeki tüm engellerin kalkmasından yanayız.
Bizler, sağlık alanındaki sorunun bir finansman sorunu olarak görülmesini doğru bulmuyoruz. Sonuçta bu güne kadar yapılan tüm düzenlemeler çeşitli itirazlara rağmen siyasi bir tercih ile uygulandı. Meydanlarda “hekimler ayağınıza gelecek, ücretsiz muayene” diye politika yapanlar bunun yaratacağı sonuçları biliyorlardı. Aile hekimliği ya da daha geniş anlamda sağlıkta dönüşüm, piyasanın egemenliğini ilan edeceği ve maliyeti yükselteceği çok açık bir durumdu. Aile hekimliğinde muayene ücreti sağlıkta dönüşümün özüne aykırı bir uygulamadır. Sağlıkta dönüşüm uygulamasının daha 2.evresinde temelleri sallanmaya başlamıştır. Daha yılını doldurmadan sağlıkta dönüşüm ana mantığından uzaklaşmıştır.
Değerli Meslektaşlarım
Son 2 yılda eczane ekonomimizi ayakta tutabilmek adına bir anlamda varlık mücadelesi verdik.
Sağlıkta Dönüşüm Programının ve ekonomik krizin ilaç alanında yarattığı açıkları bizlerin sırtına yüklemek için dayatılan protokoller nedeni ile bizler 1,5 yılda 3 defa hükümetle sözleşme krizi yaşadık.
Kamu kurum ıskontolarını, muayene ücretlerini tüm kamuoyu önünde tartıştık.
Sürekli değiştirilen Sağlık ve Tedavi Uygulama Tebliğleri, eczacı ortaklığını getiren 6197 sayılı yasa taslağı, 1262 sayılı ilaç hizmetini düzenleyen yasada öngörülen değişiklikler, ilaçta reklam ve tanıtımın önünü açma çabaları ile mücadele ettik.
Sosyal Güvenlik Kurumu'nun örgütlü gücümüzü bölme ve bizleri kurum karşısında yalnızlaştırma amacıyla önümüze koyduğu "e-sözleşme" dayatmasına karşı çıktık.
21 Aralık’ta Ankara’da 34 bin sesle “Artık Yeter!” dedik. Demek ki hala sesimizi ulaştıramamışız. Bu uzun mücadele içinde tüm sektör bileşenlerimiz ile çatışma içinde verdiğimiz emek, çaba, yani demokratik mücadelemiz bir genelge ile yok sayılamaz.
18 Eylül genelgesi, sağlık dönüşüm ya da devrim değil tek kelime ile sağlıkta darbedir.
Halka paran kadar sağlık hizmeti anlamına gelmektedir.
Özel hastaneler gruplara ayrılarak yeni bir sınıflandırmaya gidilmektedir.
Muayene ücretli hale getirilmiştir.
Hekimler üzerindeki belirsizlik daha da artmıştır.
Özel hastaneler yatırımlarının karşılığını ancak vatandaş üzerinden sağlar hale getirilmiştir.
Bu süreç sonunda ilaç firmalarının yabancı sermayeye satışı hızlanacaktır.
İlaçta kamu kurum ıskontoları yüzde 11+13 şeklinde artırılması ile eczacıya yeni transfer yükü getirilmiştir. Bu genelgeler resmen orantısız güç kullanmayı andıran bir tür dayatmadır.
İlaç fiyat indirimleri ile eczacının sermayesi beşte bir oranında azalacaktır. Bu indirim, eczane cirolarının beşte bir oranında azalması, eczane karlılığının beşte bir oranında azalması anlamına gelir.
Diğer yandan, muayene ücretleri hem artırılmış, hem de özel hastanelerin muayene ücretleri de yine eczacıların üzerine yıkılmıştır. Bu, açık olarak bizim SGK protokolü imzalandığı tarihteki “SUT hükümleri geçerlidir” maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Eczane ekonomisi adına 3 protokol ile belli kazanımları elde etmemiz, ayrıca ilaç firmaları ile 8 aylık uğraşımız bir anda yok edilmiştir.
Değerli Meslektaşlarım
Kendimiz abartmayalım ama örgütlülüğümüzü de hiçte küçük görmemeliyiz. Mesleğimiz bu sorunları aşacak güçtedir. Yeter ki birlikteliğimizi zayıflatmayalım. TEB yakın zamanda tekrar odaları bir araya getirip yeni önlemlerini açıklayacaktır. Genel başkan burada bizleri bu konuda bilgilendirecek.
Son iki yılda verdiğimiz mücadele hem diğer sivil toplum örgütlerine hem de halkımıza örnek bir dayanışma sembolü olmuştur.
Ankara Kolej Meydanında aynı kaderi paylaşan 32 bin ses, hep bir ağızdan haykırdık “artık yeter” diye. Birbirimizin sesini duydukça yeniden umutlarımız arttı, yeniden birbirimizin farkına vardık. Kendi gücümüzü hissetmemiz, karşımızdakilere gücümüzü göstermemizden çok daha anlamlıydı. Örgüt tarihimizde 21 Aralık Ankara Mitingi yerini aldı.
Adana Eczacı Odası, bölgesel veya ulusal eczacı eylemlerindeki örnek tavrını burada da sergiledi. Ankara Mitingine 1600 kişi ile katılmamız bizlere gurur vermiştir. Birlikte yol yürüdüğümüz dostlarımıza, eczane çalışanlarımıza, eczane teknisyenleri derneğimize, Güney Ecza Kooperatifimize ve TEB’e tekrar teşekkür ediyoruz.
Hükümet ve SGK ile mücadeleyi son 6 aydır ilaç firmalarına çevirdik. İlaç satış koşullarımızın yanında ilaç alım koşullarımız da bir o kadar önemli olduğunu biliyoruz. Bahse konu olan ticari ıskontolarda yüzde 7 -10 arasında bir orandan söz ediyoruz.
Önce Servier eylemi, arkasından Pfizer eylemi
MSD, GSK, Servier, Pfizer de bu rakam 100 milyona çıkıyor.
Tüm firmalar yüzde 4 ve 7 uygulamaya başlarsa 500 milyon dolara yakın eczanelere katkı sağlamış olacak. Buradaki toplam rakam, toplam eczane cirosunun yüzde 5’i civarındadır.
Her eylem böyle somut sonuçlar vermediği için özellikle rakamlar veriyorum.
Servier, GSK, MSD, Novartis, Bilim, Deva, Astra Zeneka, ve Bayer ile sadece bölgemizde eczane başına 10 bin lira kazanç sağlamıştır. Bu bizim birlikte başarabileceklerimizin küçük ve somut bir verisidir.
Değerli Meslektaşlarım
ADEO kuruluşunun 53 yılını geride bıraktı. ADEO bu yıllar içinde bir kültür yaratmıştır. Bu kültür bir kesimin, dar anlayışların yönetim anlayışında değildir. Tüm renklerin güzelliklerinin farkına varılabilen, dayanışma ve bütünleşmenin etrafında birleşmeye dayalı bir kültürdür. ADEO, her zaman pozitif politika üretmiştir.
Bugün Türkiye’de değişimin, demokrasinin, çağdaşlaşmanın önündeki en büyük engel halinde duran, mevcut siyaset kültürünün yıllardır özenerek yarattığı “bizler ve onlar” temelli anlayışın sıkıntılarını yaşıyoruz. Mutlaka her fikir ve her düşünce kendi içinde değerlidir. Bir fikrin tarafı olmak, karşısındakini düşman, yanındakini mutlak dost yapmamalıdır. Meslek örgütümüzde ayrımcılığa, kategorize etmeye bu güne kadar izin vermedik. Bundan sonra da vermeyeceğiz.
Demokratik bir yapılanma için çoğulcu bir anlayış ne kadar ihtiyaç ise meslek örgütleri içinde bu anlayış ile bir arada olmak o kadar önemlidir. Bugüne kadar ADEO’da hizmet veren tüm meslektaşlarımızı saygı ve sevgi ile anarak, bu güzide meslek odamızı kendi evladınız olarak görmenizi ve katkınızı esirgememenizi diliyor, hepinize saygılar sunuyorum.
Başkan
Ecz. Burhanettin BULUT